1- Sözel zeka: Okuma, yazma, konuşma ve hitabet becerilerini içerir. Yeni bir dil öğrenirken, farklı kitaplar okurken, kelime oyunları oynarken, bilgisayar kullanırken, bir topluluğa konuşma yaparken ya da bir tartışma platformunda bu zeka türünü kullanırız. Sözel zekamızı geliştirmek için kelimelerle aramız iyi olmalıdır. Yazı yazabilir, öğrendiğimiz bir konuyu yakınlarımıza anlatarak hitabet egzersizleri yapabilir, kelime oyunları oynayabilir, sözlük okuyabiliriz.
2- Mantıksal zeka: Mantıksal zeka sayıları ve hesaplama becerilerini, durumları ayırt edip aralarında ilişki ve benzerlik kurabilme, farklı türdeki problemleri mantık yoluyla çözme, zamanlama ve sıralama becerisidir. Bu zeka türünü sayısal ve mantıksal oyunlar oynayarak, puzzle çözerek, sıralama ve sınıflandırma yaparak geliştirebilirsiniz. Benim kişisel tercihim ise, her gün az da olsa çözdüğüm Sudoku.
3- Mekansal zeka: Çevreyi görsel olarak algılama, zihinsel imajlar oluşturma ve bu imajları değiştirme becerisidir. Bu zekamızı resim ya da heykel sanatıyla uğraşarak, ahşap oymacılığı ya da marangozluk gibi uğraşlar edinerek, gözlem ve hayal kurma-imgeleme becerilerinizi kullanarak, labirent bulmacaları çözerek geliştirebiliriz. Sanatsal yeteneğim yok diyorsanız zihin haritaları oluşturabilir, Japon ya da Arap kaligrafisi çalışabilirsiniz.
4- Vücut zekası: Fiziksel koordinasyonu ve el becerisini, fiziksel aktivitelerle kendisini ifade etme ve bu yolla öğrenme becerisini, beden dilini kullanabilmeyi içerir. Dans ederek, yeni danslar öğrenerek, spor yaparak, meditasyon ve yoga derslerine katılarak vücut zekanızı geliştirebilirsiniz.
5- Müziksel zeka: Kendisini müzikle veya ritmik hareketlerle ya da dansla, beste yaparak, bir müzik aleti çalarak ifade edebilme becerisidir. Bu zekanızı farklı türlerde, özellikle klasik müzik dinleyerek, şarkı söyleyerek, dans öğrenerek ya da bir enstrüman çalarak geliştirebilirsiniz.
6- Sosyal zeka: İnsanları anlama, onlarla iletişim kurabilme, uyumlu bir şekilde yaşayabilme, takım kurabilme, farklı sosyal ortamlara kolay adapte olabilme becerilerini içerir. Grup projelerine, kulüp ve derneklere katılarak, takım oyunları oynayarak, drama aktivitelerinde bulunarak sosyal zekanızı geliştirebiliriz.
7- Duygusal zeka: Bir insanın kendisine veya başkalarına ait duygu ve düşüncelerini anlama, sezinleme, yönetme, kontrol etme ve yönlendirme becerisini işaret eder. Daniel Goleman’ın “Duygusal Zeka” kitabında belirttiği gibi günlük yazarak, danışmanlık alarak, hayal gücünü geliştiren oyunlar oynayarak, yardım derneklerine katılarak, felsefe ve psikolojik kitaplar ile dünya klasiklerini okuyarak geliştirebiliriz.
8- Ruhsal zeka: Fizikçi, felsefeci ve yaşam koçu Danah Zohar’ın geliştirdiği bir kavram Ruhsal Zeka. Aynı isimli kitabında da belirttiği gibi hayatımızın hakiki anlamını ve yaşam amacımızı keşfedebilme, kainattaki birlik ve bütünlüğü ruhumuzda hissedebilme becerimizi tanımlar. Tefekkür için sessiz ortamlar oluşturarak, içimize dönüp kendimizi keşfederek, meditasyon yaparak ya da dua ve ibadet ederek ruhsal zekamızı geliştirebiliriz.
9- Yaratıcılık zekası: Fiziksel ya da zihinsel gücümüzle yeni bir şeyler üretme, ortaya çıkarma, hayata kazandırma becerimizdir. Sadece bilimsel icatlar yapan bilim adamlarının değil, kazak ya da dantel ören, harika yemekler pişiren ev hanımlarının da yaratıcılık zekası yüksektir. Yazarlar, ressamlar, grafikerler, tasarımcılar, el sanatlarıyla uğraşanlar, aşçılar yaratıcılık zekası yüksek kişilerdir..Sıradanlığın bilgeliğine sahip olmak mutluluğun ön şartı. Rumi derki; içindeki kapıyı çal, başka kapıyı değil. Sahip olduklarına şükret ve diğerlerinin hayallerine sahip olması için yardımcı ol. Merhamet et.mutluluk kendi içindeki bahçeni sürmektir. Bence bu sadece memnuniyet vericidir. Gerçek mutluluk başkalarının bahçelerini sürmekle elde edilir.
Formül basit; birlikte olduğunuz insanları ve çalıştığınız işi sevin, bir yere ait olun, dünyanın kutsal bütünlüğüne ve hepimizin ortak iyiye ait olduğumuza inanın, evrenin hepimizin geldiği kutsal bir rahim olduğunu ve ruhun devamliliğini unutmayın..
Bu tanıtım yazısında her bölüme ait bir örnek olay seçilerek, kısaca anlatılmıştır. Kitap üç ana bölümden oluşmaktadır: HUZURLU YAŞAMA SANATI I-HUZURLU BİR YAŞAM İÇİN RUHUN YOLU SEVMEKTİR. II-HUZURLU BİR YAŞAM İÇİN MANEVİYATIN YOLU İNANMAKTIR III-HUZURLU BİR YAŞAM İÇİN TANRI’NIN YOLU İNANMAK VE SEVMEKTİR Mutluluktan Ne Anlıyoruz? Başımıza gelen aksilikler karşısında mutlu olmak şöyle dursun, yaşamaya devam etmeyi nasıl beceriyoruz? Bir sevdiğimizi kaybettiğimizde, ciddi hastalıklarla karşılaştıktan ve ölümle burun buruna geldikten sonra nasıl oluyor da hala hayatta anlam ve mutluluk buluyoruz? Cevabı, yetişkin ruhlu olmak ve maneviyatçı bir kişi olmakta yatar. Günah çıkartan insanları yıllarca dinleyen ve insan doğası hakkında öğrendiklerini iki cümleyle özetleyiveren bir rahip şöyle der: “Birincisi, insanlar düşünüldüğünden daha mutsuz, ikincisi, yetişkin insan diye bir şey yoktur.”Yetişkinliğe erememiş insanlar ruhlarını ve maneviyatlarını geliştiremezler ve dolayısıyla mutsuzluğa kronik olarak yatkın kalırlar. Scott Peck: “ Manevi gelişim yolundaki ilk adım, yetişkin olmaktır.” 1 Marmara Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Psikolojisi Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, İHL Meslek Dersleri Öğretmeni, muallimzehra@hotmail.com İnsanlar mutluluğu hiç olmadık yerlerde ararlar: Mal, mülk, para ve iktidar elde ederler ama terapi veya ilaçlarla ayakta dururlar. İlham veren seminerlere katılırlar ve laik maneviyatı konu alan birtakım kişisel gelişim kitapları okurlar. Tatmin olamazlar. Herkesin arzulamakta olduğu o “şey”, olağan ve geçici mutluluktan ziyade, olağanüstü ve kalıcı, keyifli bir huzurdur. Psikolojik bir ifadeyle, ruhlu ve manevi bir varlığa demir atmış, tam bir yetişkinlik halidir. Bu ruh halinin kapısını ancak hem ruhu hem de maneviyatı içeren birleşik bir anahtar açabilir. Bu anahtar, ruhu sevgi vasıtasıyla içerir: Başkalarını sevmek, çalışmayı sevmek ve ait olmayı sevmek. Maneviyatı ise inanç vasıtasıyla içerir: Kutsala inanmak, birliğe inanmak ve Tanrı sevgisinde zirveye ulaşır. Mutluluğun kolay ya da kestirme bir yolu yoktur, yalnızca ona doğru giden yavaş ve çetin bir yol vardır. Bu yolun bir varış çizgisi de yoktur. Sadece başlama noktası vardır. Şu anda bulunduğumuz nokta, başlamak için en ideal yerdir. I-HUZURLU BİR YAŞAM İÇİN RUHUN YOLU SEVMEKTİR. Başkalarını Sevmek Kendini sevmek, başkalarını sevmekten önce gelir. Lisa ve Joe; kişilik yapıları birbirinden oldukça farklı iki sevgili… Lisa kendini bağımsız hissetmek için insanlarla arasına mesafe koyardı. Joe ise kendini bütün hissetmek için başkalarıyla fazla yakınlaşmaya ihtiyaç duyardı. Lisa annesinden uzak durarak aklıselimini korurdu. Joe boşanmış bir çiftin çocuğuydu. İkisi de birbirinin kusursuz olmasını isterdi. İkisi de birbirini kıskanır ama itiraf edemezlerdi. Kıskançlık, doğal ve insani bir duygudur, ruhun yapı taşlarından biridir. Ama saplantıya dönüşme potansiyeli taşır. Onlar kişiyi sevilebilir kılan şeyin kişisel kusurlar olduğunu henüz bilmiyorlardı. Birini sevmek o kişiyle birleşmek anlamına gelmez. Çağlar boyu, başka biriyle birleşmek yoluyla bütünlüğe ulaştığımız ve birbirimizi tamamladığımız fikri, çoğu kez kalıcı ilişkiler pahasına, romantik edebiyatın temel esin kaynağı ve aşk hakkında yazılmış sayısız romanın çarpıcı doruk noktası olmuştur. Farklılık evrendeki tek mükemmelliktir. Sağlıklı bağlılık, sağlıklı mesafe gerektirir. Kişilerden her biri, kendisininkine aldırış etmeksizin diğerinin yalnızlığını korumalıdır. Kişiler ancak ayrı olarak birlikte olabilirler. Yazar kıskançlık ve bağlılık konusunda şöyle bir anlayışı benimsememiz gerektiğini önerir: “Az sadakat bekle, çok sadakat bul.” Joe ve Lisa evlenmeye yani ilişkilerine daha fazla emek vermeye karar verdiler. Her iki cins de evlilik için seçeceği partnerde farklı nitelikler arar: Zeka, cinsel arzu, sağlık, mizah duygusu, iyi genler vs…Erkeklerin fiziksel güzelliğe, kadınların ise maddi zenginliğe tav oldukları görüşü, mübalağanın yanı sıra az da olsa gerçeklik payı taşır.Eş seçimindeki kriterler ( güzellik, zenginlik, sağlık, zeka) geçicidir. Kalıcılık potansiyeli taşıyan bağlar ise, başkalarına cömert davranma, zorluklara göğüs gerebilme ve karşısındakinin değerli bildiğine saygı gösterme gibi niteliklerdir. Çoğu evlilik, sağlıklı çelişik duygularla ama aynı zamanda iyi niyetlerle başlar. İki insan birçok tatmin arayarak, sadakatle hayatlarını birleştirirler. Birey partnerinden kendi potansiyelini açığa çıkarmasını beklerse, partnerinin bu beklentiye karşılık veremediğini sık sık fark eder. Evlilikleri böylesine kırılgan kılan belki de ilişkilerimizi gözümüzde idealleştirme huyumuzdur. Kişi sağlıklı bir denge kurmak zorundadır. Evlilik aynı zamanda hem bağlılık, hem bireyleşme gerektirir. Yürüyecek evliliğin habercisi, genelde özveri, özelde bencilliktir. Birçok evlilik, ihmal-öfke-şüphe-kıskançlık-aşağılama sürecinden geçtiği için boşanmayla son bulur; bu süreçte, çiftler güven erozyonuna uğrarlar ve ruhları verimsizleşir. Nihayet partnerler birbirlerine hala aşık olsalar bile, boşanma bu fasit, karşılıklı olarak tüketici daireden kaçmanın tek geçerli yolu haline gelir. Bu fasit dairenin ilişkide yer etmesine izin verilmezse, evli bireylerin geçici aşk maceraları genellikle çok büyük acı vermekle birlikte, ille de boşanmayı hızlandırmaz. Sevmek, bağışlamak demektir. Özellikle de bağışlanamaz görüneni bağışlamak! Martin Luther King: “Bağışlayıcılık arada bir ortaya konan bir tavır değil, daimi bir tutumdur.” Der. Yazar David Ausburger de şu sonuca varır: “Hiçbir düşüncemiz kusursuz, hiçbir işimiz hatasız olmadığından ve insanlık hali her zaman bir miktar sınırlılık ve yanılma payı içerdiğinden, bağışlayıcılığa sığınırız.” Joe ve Lisa karı-koca olmakla kalmayıp “ruh dostları” da oldular. Ruh eşi bulunmaz sonradan oluşur. “İnsana olan sevgisinden ötürü, kişi zaman zaman gelişigüzel birine sarılır.” Diyor, Nietsche. Ama sarıldığı kimsenin zamanla bir ruh eşine dönüşmesi için, kişinin sarılışını devam ettirmesi gerekir. Ruh eşi olmak, dostluk, sevgililik, kardeşlik gibi ilişkilerin tüm unsurlarını barındırır ama aynı zamanda onlardan hayli farklıdır. Ruhsuz kişi, kendine ruh eşi aramaya kalkarsa yine yalnızca kendini bulur. Biz insanlar ruh eşine sahip olmanın değerini ancak kaybettiğimizde anlarız. Sonra da onun yerini dolduracak bir şey bulmak için uzun ve sancılı bir yolculuğa çıkarız. Ne yazık ki, ruh eşlerinin dublörleri yoktur. Çalışmayı Sevmek Glenn, elli iki yaşında eşinden boşanmış bir sigorta acentesi idi. Yıllardır birçok işe girip çıkmıştı. Sıradan işlerle uğraşmaya tenezzül etmezdi. Mutsuzdu, tatminsizdi. Kendini her zaman yorgun hissetmekten yakınırdı ama birçok uzmana danıştığı halde kendisinde herhangi fiziksel bir sorun saptanamadı. Mutsuz bir insandı ve mutsuz insanların genellikle bağımlısı oldukları türden bazı alışkanlıkları vardı: Çoğu zaman radyo dinleyerek, televizyon seyrederek, 900’lü numaraları arayarak hatta işyerinde sarhoş olarak geçirirdi. Her gün saçma sapan gündüz düşlerine dalar, ünlü ve çok zengin olacağını hayal ederdi. Mutluluk, tüm duyuların doyurulması ya da sürekli ve çılgınca bir heyecan arayışı anlamına gelmez. Boş zamana gereğinden fazla değer veririz, hatta kimi insanlar iş saatlerinde bile dinlenmek için fırsat kollarlar. İşlerinden ve gevşemeye yeterince vakit bulamayışlarından yakınıp dururlar. Halbuki kendilerine tanıdıkları boş zamanları çoğalttıkça daha derin bir mutsuzluğa düşerler. Çünkü sorun boş zaman yetersizliğinden değil, boş zaman kavramının kendisinden kaynaklanmaktadır. Gerçek şu ki, boş zaman ancak çalışmayı takip ettiği zaman haz veren bir şeydir. Kendini sahiden işine kaptıran kişi, mutlu olup olmadığına kafa yormaz. Bir defasında Freud’a, mutlu ve normal bir insanın neyi iyi yapabilmesi gerektiği sorulmuş. Soruyu soran derin ve karmaşık bir yanıt beklemekteymiş. Oysa Freud’un karşılığı, belki de aldatıcı bir sadelik içeriyormuş: Çalışmak ve sevmek, demiş Freud. Sufilerse, eğer çalışmayı seviyorsanız, bu sizin imanınızdır, diyecek kadar ileri giderler. Katolik keşişler, çalışmanın dünyanın kitabı olduğunu söylerler. Ruh sadelikte, gündelik işlerin ayrıntılarındadır. Bu ister odun kesmek olsun, ister ev temizlemek, ister yemek pişirmek, yazı yazmak, otobüs kullanmak ya da sabah yatağından kalkıp işe gitmek. Kişi farkındalık geliştirdiği zaman en dünyevi eylem bile İlahi’nin yakın tecrübesi haline gelebilir. Günlük çalışmalarımızda Tanrı’nın bir uzantısı olarak bu yaratıcılık sürecine gireriz. Biz yaratılmışızdır ve yaratırız. Bu da çalışma ve yetkinlik gerektirir. Thomas Moore: “İşimize akıttığımız sevgi, kendini sevme olarak bize geri döner ”der. Bu öz sevgi, kişinin benliğinin işine yansımasıdır. Kendini işine kaptırarak çalışmak etkili bir antidepresandır. Melankolinin aylaklıktan daha büyük bir sebebi, meşguliyetten daha iyi bir tedavisi yoktur. Glenn, kendini işine kaptırmaya olan gönülsüzlüğü, hiçbir işi iyi öğrenmediği ve dolayısıyla işi için kendini yetersiz hissettiği gerçeğiyle kısmen bağlantılıydı. Başarısızlık başına vurmuştu. Kibri başka insanların rehberliği altında iş öğrenmesine izin vermezdi, özellikle de o kişi kendisinden gençse… Başarılı olacaksa kendi başına olacaktı. Aslında başarısızlığın sebebi genellikle budur: Başkalarından yardım istememek… Glenn, başarısızlıklarına başarısızlık katmaktaydı. Başarılı erkekler bile, kazanma kavramını aşmayı öğrenmedikleri takdirde hayatlarının son demlerinde benzer bir zorlukla karşı karşıya kalırlar. Yaşlı erkeklerin kadınlara göre daha ihtiyar, daha yalnız ve çaresiz oldukları gözlemlenir. Erkeklerin peşinde oldukları en önemli şey iktidar, parmaklarının arasından kayar gider. Kadınlarsa, geleneksel olarak, uğradıkları kayıplara göğüs germelerine yardımcı olan kalıcı kişisel bağlantılar geliştirmişlerdir. Kadınlar çocuk doğurur ve yetiştirirler. Aileyi besler, ev temizler, sıradan işlerle uğraşır. Çocukları okula oyuna götürüp getirirler. Yatmadan önce onlara masal okurlar. Annelerin özverilerini tam layıkıyla takdir etmek imkansızdı. Başyapıtların arkasına kazınan imzalar aslında onlara aittir. Hangi meslek için yaratıldıklarını bulmak, severek çok çalışmak ve aynı zamanda, başarısızlıklardan bile başarılar yaratabilen kalıcı ilişkiler kurmak; erkeklerin onlardan öğrenecek çok şeyleri var. Ait Olmayı Sevmek Thelma, 39 yaşında bekar bir bilgisayar analizcisidir. Kendini hep yalnız hissederdi. Çünkü hayatında hiç erkek, hiç gerçek dost yoktu. On iki yıl önce ailesiyle arasındaki patolojik bağları koparıp New York’a taşınmıştı. İki ebeveyni tarafından da ihmal edildiğini düşündüğünden kendini yapayalnız hissederdi. Thelma, bilinçli olarak bağlılıklarından muafiyeti seçmişti. Oysa aklı hep onlardaydı, özellikle de annesinde. Ne yaparsa yapsın, aralarındaki olumsuz bağı koparamıyordu. Psikologlar da, filozoflar da, kişinin “ait olabilmesi” için önce “olması” gerektiğini ileri sürerler. Ama olma ve ait olma birbirini besler. Olma statik bir durum değildir; durmaksızın evrimleşir; kişi, olmanın ancak derecelerini elde eder. Hatta, buna “olma”dan ziyade “oluşma” demek daha doğru olabilir. Aidiyet, kişinin oluşma sürecine ince ince dokunur. Ebeveyn çocuk birliği, hayata yön veren ana unsurdur. Derin ve geniş kökler salan aile, ruha verimli toprak sunar. En sevgili hikayelerimiz, katılımcısı olduğumuz grup etkinlikleri hakkındadır. Orduda savaşırken, savaş karşıtı gösterilere katılırken, bir spor takımında oynar veya ona destek verirken ya da sevgiyle hatırlanan bir hayır kampanyasında çalışırken yaşanmışlardır. Bir topluluğa ya da gruba ait olduğumuz zaman, bizi dışarıdan ve içeriden gelen meçhul sonsuzluk tehdidinden koruyacak, yapılı ve sınırlı bir limanımız olur. Dengeli bir aileden gelenler bile liman işlevi görecek bir topluluğun yokluğunda nispeten kırılganlaşırlar. Büyük kentlerdeki gençleri pençesine alan kimlik bunalımına kısmen ailedeki parçalanma yol açar. Thelma’nın ailesi herhangi bir dinsel, toplumsa ya da siyasi kuruluşa üye değildi. Thelma da kendini “ne rahibeyim ne de günahkarım” diye tanımlardı. Bir benlik felsefesinin aşırı dışa vurumu aidiyeti engeller ve ilişkisel felsefenin aşırı ifadesi de bireyselliğe mal olur; her ikisini de kontrol altında tutmamız gerekir. İçimizde bir yerlerde kendi bireysel ve kültürel tarzlarımıza ait olmak isteriz. Thelma, bazı akşamlarda bir yardım bürosunda çalışmak üzere gönüllü yazıldı. İlk gidişinden sonra, oradaki insanların ne kadar perişan, ne kadar çileli ve dert yüklü olduklarından bahsetmeye başladı. Thelma bir hayli ıstırap çekiyordu, başkalarıyla beraber… İnsan kardeşlerimize yönelttiğimiz gerçek şefkat, aynı anda kendimize de hizmet eder. Böyle bir manevi cömertliğin ahlaklı ve merhametli sayılabilmesi için sadece insanlara değil, her şeye yöneltilmesi gerekir. Ateist; “Tanrı’nın benim için hiçbir anlamı yok” diyen kişi değil, aslında yoksul ve aç insanların ya da adalet için çalışmanın kendisi için anlam ifade etmediğini söyleyen kişidir. O halde ateist, bir Yüce varlığın, varlığını inkar eden kişi değil, sevginin, cesaretin, dürüstlüğün ve şefkatin değerine saygı göstermeyen kişidir. Evlilik, çocuklar, dostlar, kabileler, örgütler ve dernekler ait olma ihtiyacımıza hizmet eder. Din bile insanların ait olma ihtiyacını karşılar. “ben” değil, yalnızca“biz” Tanrı’ya inanabilir. II-HUZURLU BİR YAŞAM İÇİN MANEVİYATIN YOLU İNANMAKTIR Maneviyatın Yolu İnanmaktır Kutsala İnanmak, Orta yaşlı dindar ve başarılı bir meslek sahibi olan Jim, iki ruh hali arasında gidip gelmenin ıstırabı içindeydi. Karısı Mary ile on yıldır evliydi ve ona büyük, derin bir sevgiyle bağlıydı ama hiç tutkusu yoktu. Yeni tanıştığı kendinden yirmi yaş küçük olan Carol ile O’nu aldatıyordu. Üç ay önce Carol’la tanışana dek, sevgiyle aşk arasındaki farktan habersizdi. Carol ile vakit geçirmeyi çok seviyordu, yemek pişirmek, el ele tutuşmak, yürüyüşe çıkmak sadece Carol’ın yüzüne bakmak bile bir keyifti. Carol’un spontaneliği, karısının tertipli, planlı varlığıyla öyle keskin bir tezat teşkil ediyordu ki, Jim’e farklı iki canlı türüyle ilişkide olduğunu düşündürüyordu. Karısı Mary, aşırı derecede güvenilir ve kestirilebilir biriydi, hayatlarında sürprize yer yoktu. Mary heyecanlarını söndürmüştü belki ama, aynı zamanda birbirleriyle ve başka herkesle ilişkilerindeki gerginliği azaltmıştı. Tedirgin anlarında Jim’e liman olur, tereddütlü dönemlerinde ona arka çıkardı. Carol, O’nun “alter-id” iyse (ilkel ben), Mary de “alter-ego” su (diğer ben) idi. Ne yardan ne serden geçer, iki kadını birden ister, ikisine de ihtiyaç duyardı. Paul Tillich, “İnayet bizi, büyük acı ve huzursuzluk çektiğimiz zamanlarda bulur.” der. Jim için de öyle oldu. Prostat kanseri oldu. Doktorları O’na tedavinin bir parçası olarak penisinde bir torba taşımak zorunda kalabileceğini söylemişlerdi. Bu Jim için dayanılması çok zor bir şeydi. Çünkü güçlü olmak O’nun varoluş sebeplerinin başında gelirdi. Jim kendi hikayesinin kahramanı olarak kendine nasıl yardım edeceğini gayet iyi anlamıştı. Carol ile ayrılmak zorundaydı. Zira paylaştıkları ve birlikte yaptıkları her şey tutkuya dayalıydı. Semptomlar kutsal sinyallerdir. Hastalıklarımızda Tanrı bize geri döner. Hastalıklar bizi hem bedenlerimizin hem de zihinlerimizin bilincine varmaya yaklaştırır. Jim’in geçmişte uğruna yaşadığı her şey anlamını yitirdi. Daha fazla para kazanmak, ya da mesleki kariyeri için sosyal ortamlara girmek umurunda bile değil. Mademki yaşayacak beş senesi var, vaktini karısıyla, çocuklarıyla ve birkaç eski dostuyla geçirmek istiyor. Bu yön değişikliğinin en şaşırtıcı yanı, heyecanı ve amacı başka yerlerde aradığı zamanlar ihmal etmiş olduğu tüm etkinliklerden şimdi büyük haz alıyor olması… Birliğe İnanmak, Ben hem mumum, hem de ona deli divane olan pervane, Gül de benim, kokusunda kaybolan bülbül de. Tüm varlık türleri benim, dönen galaksi ve düşerek uzaklaşan, Olan ve Olmayan. Siz Celaleddin’i bilenler, Varın siz söyleyin kim olduğumu, Benim Siz olduğumu. Mevlana Celaleddin Rumi “Sürekli şikayetçi, umursamaz, tahammülsüz, bunalımlı ve her zaman kavgacı” karısı ve arkadaşları böyle tanımlıyordu Philip’i. O’na göre hayat anlamsızdı ve ebediyet, Tanrı gibi kavramlar saçmalıktı. Philip’in inandığı tek şek kendi aklıydı. Hayata anlam katan hiçbir kutsala inancı yoktu. Anlamdan yoksun bir hayat, şüphesiz, en güçlülerimiz için bile taşınamayacak kadar ağır bir yüktür. Dönüşüme İnanmak Ed, ölmekteydi. Neredeyse hiç ağrı kesici kullanmayan, oldukça sağlıklı bir insan olan Ed,71 yaşında pankreas kanseri oldu. Önce inkara yöneldi. Sonra hastalığını kabul etti ama yakın zamanda iyileşeceğine inandı. Ağrıları arttıkça bu inancı sarsılmaya başladı. Hayatı boyunca her sorunun cevabını bulmuştu. Şimdi cevabını bulamadığı bir soru vardı: “neden ben?” Ölümden korkuyordu… Ed hayatının sona ereceğinden değil belki de hiç başlamamış olabileceğinden korkuyordu. Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı yapıtında Elizabeth Kübler-Ross kişinin içinden geçtiği beş ölme evresini şöyle tanımlar: İnkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul. Ölümün yaklaşması, kimilerini daha evvel kaçınılan kararları vermeye, hataları onarmaya, pişmanlıkları dile getirmeye ve af dilemeye yöneltir. Bazıları içinse bunun anlamı Tanrı’yı aramaktır. “Biz Rabbimize döneceğiz.”( Şuara suresi 50.ayet, Zuhruf suresi 14.ayet) Ebediyet düşünceleri, bu dünyadaki bitişimizin aydınlık tarafını oluşturur. Ebediyet alemi ve doğası, kültürden kültüre, dinden dine değişir, ama renkli ve cömert bir varış noktası her zaman vardır. Bu nokta, sonsuza dek ve mutlulukla var olmaktır. Ölümün içe doğurduğu kötü hislerse tam tersine bitişimizin karanlık tarafıdır, tam bir bilmezliktir, hiçliktir. III-HUZURLU BİR YAŞAM İÇİN TANRI’NIN YOLU İNANMAK VE SEVMEKTİR Başkalarını, çalışmayı ve ait olmayı seven, her şeyin kutsallığına, birliğe ve dönüşüme inanan kişi, ruhlu ve manevi bir hayat yaşamayı deneyebilir. Ama kişi bu olağanüstü esasları nasıl kazanıp geliştirebilir ve böyle bir varoluşu idame ettirmek için gereken enerjiyi ve ilhamı nereden bulur? Cevap: Tanrı’ya inanarak ve O’nu severek. Ateist çölde bitmiş çalıya benzer. Kendinden başka güvenecek kimsesi yoktur. İç kaynaklarını tükettiği zaman kuruyup solma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Halbuki Tanrıya sığınan erkek ya da kadın, ırmak kenarına dikilmiş ağaca benzer. Böyle insanların dünyada paylaştıkça boşalan rezervleri, kendilerinden öte bir kaynak tarafından yeniden doldurulur, dolayısıyla onlar asla kurumazlar. Tanrı inancı yaratılışımızdan gelir. “İnanıyorum, öyleyse varım. ”Ana-Maria Rizuto psikanalitik çalışması The Birth of Living God’da şöyle anlatır: Hastalarımdan biri-saldırganca ateist bir anne ile babanın kızı-yedi yaşındayken kapısını kilitleyip yere diz çöktüğünü ve uzun uzun “lütfen Tanrı var olsun,”diye dua ettiğini söyledi. Dua ederken annesiyle babasına ihanet ettiği için kendini suçlu hissediyordu ve diz çökmüş vaziyette yakalanmaktan korkuyordu ama birine, bir şeye ibadet etme ihtiyacı, ailesinin yasak emrinden daha güçlüydü. Günahın erdemi, kişiyi günah işlemeye ihtiyaç duymadığı bir evreye vardırmasıdır. Günahın amacı, ancak böyle bir varışla gerçekleşmiş olur. Culture of Narcissism’in yazarı Christopher Lasch’a göre, günaha değer verilmelidir. Çünkü günah, iffet, saflık, fedakarlık ve çileci bir “Kutsal’a teslim” yoluyla, manevi gelişime zemin hazırlar. Sonuç olarak der Lasch; erdemin ödülü, kişinin hayatı sona erdiğinde affedilmesini dileyecek ya da nedamet getirecek çok az şeyinin olmasıdır. MUTLULUĞUN SIRRI “Mutluluğun Sırrı” adlı kitabı, yazarın kendi ifadesiyle “Huzurlu Yaşama Sanatı” kitabının bittiği yerden başlamaktadır: Tanrı’ya inanç ve Tanrı Sevgisi. Mutluluğun Sırrı kitabı, bir sonraki ve en son adım olarak şunu hedefler: İnançlı yani sevgi dolu, mütevazi ancak aşırı tutkulu, müşfik ve sevecen, bağışlayıcı ve güvenilir olmak. Mutluluğun Sırrı Kitabı on bölümden oluşmaktadır: I-Tanrı’nın Hikmeti II- İnsanoğlunun Hikmeti III- İnanç Yüklü Bir Başarı için Çabalamak IV-İnanç Yüklü Bir Güç için Çabalamak V- İnanç Yüklü Bir Evlilik için Çabalamak VI- İnanç Yüklü Bir Aile için Çabalamak VII- İnanç Yüklü Arkadaşlıklar için Çabalamak VIII- İnanç Yüklü Bir Toplum İçin Çabalamak IX- İnanç Yüklü Bir Uyum için Çabalamak Son Söz: Tanrı’ya İnanıyorum; Dolayısıyla Varım Kitabın bölümlerinden seçmeler: Tanrı’ya İbadet İbadet etmek, dinsel törenleri takip etmek, ayinlere katılmak ya da dini merasim ve görevlere dahil olmak gibi, zaman ve mekana özel bir faaliyet değildir. Tanrı’ya ibadet bir varoluş şeklidir, her zaman ve her yerde. Bu, Tanrı’da yaşamaktır. Aslında her kalp atışınız size Tanrı’nın varlığını hatırlatmalıdır. Bunun sonucunda, aldığınız her bir nefesle Tanrı’nın ruhuyla yankılanırsınız. (“Ben seninleyim”) Nasıl Dua Etmeliyim? Ne İçin Dua Etmeliyim? Eğer dualarınızı taleplerle ilişkilendiriyorsanız, bu soruları yanıtlamak zordur. Ancak duayı tefekkür olarak düşünürseniz, cevaplamak daha kolay olacaktır. Dindar değerler üzerine derin derin düşünebilirsiniz. Mesela, “Nasıl çok daha sevgi dolu ve merhametli birisi olabilirim?” diye sorabilir ya da sadece zihninizi dinginleştirip cevabın sessizlikte kendiliğinden yeşermesini bekleyebilirsiniz. Dua etmek temelde sakin ve düzenli bir sessizliktir. Bu Tanrı’nın dünyadaki tüm insanların ve yaratıkların kullandıkları bir dil, sessiz ve zahmetsiz bir paylaşımdır. Dua etmek aynı zamanda sizle Tanrı arasındaki etkileşimli bir anlaşmadır. Gençliğinizde bir şeylerin olmasını dileyebilirsiniz; gençlik isteklerinizi temsil eden bir şeyler. Yetişkinliğinizde her şeyi olduğu gibi kabul etme bilgeliğini edinmeyi dileyebilirsiniz; olgunluğa dair özlemlerinizi ifade eden şeyler. Erginlik yıllarınızda hiçbir şey dilemeyebilirsiniz, hissettiğiniz şükranı gösteriniz. Kutsal düşünme işte budur. Sadece Manevi sevgi gerçek mahremiyeti etkiler: Evlilikte kesinlikle emin olabileceğiniz tek bir şey vardır: Eşinizde kusurlu bulup reddettiğiniz şey her ne olursa olsun, bu hiçbir zaman değişmeyecektir. Bu noktada söylenecek tek bir şey varsa o da reddinizin sadece “kusurları” sürekli kılacağıdır… Değişmek için sevilen biri tarafından kabul görmekten daha güçlü bir güdü yoktur. Eşinizi eleştirmeye devam ederseniz sizinle kafasındaki düşünceleri ve içindeki duyguları paylaşmayı bırakacaktır. Eleştirilen eş sizden sakınacaktır. Birisinin kusurlarını işaret etmek ruhu incitir ve incinen ruh yaralarını saklamaya eğilimlidir. Eşiniz, sizin talepleriniz doğrultusunda bir eşe dair betimlediğiniz rolü oynayan bir oyuncu, gerçek olmayan bir insan haline gelecektir. Böylece yüzeysel değişiklikler açısından savaşı kazanmış olur, ancak eşinizi daha derin bir zeminde kaybedersiniz, çünkü gerçek ve samimi olmayan bir insan sizinle içten gelen bir tutumla iletişim kuramaz. Her bölümde yazar, yazdıklarının uygulamasını anlatmak için bazı alıştırma önerilerinde bulunur. Bu bölümün sonundaki alıştırma şu şekildedir: PSİKO-MANEVİ UYGUNLUK İÇİN ALIŞTIRMALAR Tanrı beni eşime yardımcı tayin etti. Kendini tanımanın düşünce egzersizi Eşimin bireyselliğine karşı saygılı ve koruyucu muyum? Minnet duası egzersizi Sevgili Tanrım, beni olduğum gibi kabul ettiğin için Sana teşekkürler. Manevi düzen için yapılan egzersiz Eşimi olduğu gibi kabul edeceğim. Son söz: Yazara göre insan; sadece inanç sahibi birisi olarak güçlü ve başarılı olabilir, neşe ve mutluluğu yakalayabilir, sıradan bir hayat sürerken sıra dışı bir manaya sahip varoluş sergileyebilir.
Yaratıcılık doğuştan gelen bir yetenek değildir; birkaç basit adımla sonradan geliştirilmesi mümkündür. Öncelikle kişinin kendisinde problem çözücü, değişiklik ve farklılık yaratıcı bir yeteneğin olduğuna inanması gerekir.
Yaratıcılığı geliştirebilmek için yüksek standartlar ve büyük umutlara sahip olmak gerekir. Çoğu zaman bizi hayrete düşüren ve hayranlık uyandıran icatlar yaratıcı düşünmenin ürünleridir.
Mitolojiye göre; hem mimar, hem de heykeltraş olan Diadolos’un yeğeni Talos, ölü bir yılanın dişlerinden esinlenerek testereyi keşfetmişti. Güneş'in görüntüsünün bir perdeye düşen izdüşümü, M.S. IX. yüzyılda Arap gökbilimcileri tarafından (daha önce de Çinliler tarafından) incelenmişti. XVI. yüzyılda Canaletto gibi İtalyan ressamlar, düzgün çizim yapabilmelerine yardımcı olan mercek ve camera obscura (karanlık kutu) gibi araçlar kullanıyorlardı. Alman anatomi profesörü Johann Heinrich Schulze ise, 1725'te cam şişe içindeki gümüş nitrat çözeltisinin güneş ışığı altında kaldığında siyah renge dönüştüğünü fark etti. 1827'de, metal bir levhanın ışığa duyarlı bir maddeyle kaplanmasıyla, ilk kez bir nesnenin kalıcı görsel kaydı gerçekleştirildi ve optik ile kimyanın birleşimi sonucu ilk fotoğraf makinesi bulundu.
Yaratıcı olmak ya da olmamak
Yaratıcı düşünme becerisini kazanmanın en etkili yolu çevrenizde yaratıcı diye nitelendirdiğiniz, düşünceleriyle sizde hayranlık uyandıran veya size “benim niye aklıma gelmedi” dedirtebilen kişileri gözlemlemek ve onların yöntemlerini keşfetmektir. Yaratıcı kişileri gözlemlediğimizde belki de daha önce hiç farkına varmadığımız bir şeyi farkedeceğiz; hepsinde bulunan kişilik özelliklerini... Bu kişiler genellikle meraklı, problemleri araştıran, karşısına çıkan tehditleri fırsata dönüştüren, iyimser, yargılayıcı, hayalperest, kolay kolay pes etmeyen ve çalışkan kişiler olarak göze çarpıyorlar.
Bu kişilik özelliklerini içinde barındıran ortak davranışlar ise şu şekilde sıralanabilir:
- Başkalarından farklı düşünmek: Yaratıcılığı gelişmiş insanların en önemli davranış özelliği kendilerine duydukları güvendir.
- Yargıyı geciktirmek: Fikirleri yargılamadan değerlendirmek. İnsanlar genellikle düşünceleri değerlendirmeden yargılarlar, bir sistematiğin içine yerleştirme ve sınıflandırma eğilimi taşırlar ve çoğu zaman bunu farkında olmadan yaparlar.
- Esnek düşünmek: Kurallar, sınırlar ve prensipler olmadan düşünürler. Kesin siyahları ve beyazları yoktur. Grileri hayatın her alanında çok kullanırlar ve esneklerdir.
- Spontanlık: Hızlı düşünerek bir anda pek çok fikrin mantık süzgecinden geçmeden ortaya çıkmasını sağlarlar.
- Sentez yapmak: Birtakım kavram, düşünce ve sembolleri hayal gücünü kullanarak birbirleriyle ilişkilendirip yeni, yaratıcı ve farklı sonuçlar elde edebilmektir. Ne kadar çok sentez yapılırsa o kadar çok yaratıcı fikir ortaya çıkar.
Yaratıcı düşünme süreciyle ilgili yaklaşımlardan biri de bu süreci dört bölüme ayran Wolls'a aittir. Buna göre; hazırlık döneminde henüz bilgiler toplanmakta ve problem tanımlanmaya çalışılmaktadır. Kuluçka döneminde kişi problemi ortaya çıkarmak için bilinçli bir şekilde düşünmeye başlar. Aydınlanma döneminde bilimsel keşif, icat, ürün veya hizmet oluşmaya başlar. Ve son olarak, gerçekleşme döneminde ise ilk üç dönemde elde edilenler test edilerek geçerli ve gerçekçi olup olmadığına bakılır.
Elbette ki hata yapmadan doğruyu bulmak mümkün değildir. Hayallerle birlikte sınırsız bir merak duygusu, riskler, mantıklı-mantıksız, belki de saçma sapan ama önceden var olmayan düşüncelerin üretilmesi, ortaya yeni veya farklı bir şey koyma isteği, diğer insanların göremediklerini görmek ve odaklanmak...
En önemli icatlardan biri olan ampül de bu şekilde bulunmamış mıydı? Başarıya %1 yaratıcılık, % 99 ter ile ulaşılır diyen Edison da araştırmaları uğruna bir parmağını kaybetmiş, derme çatma da olsa laboratuvarını havaya uçurmuş, ama bitip tükenmek bilmeyen denemeler sonucu insanlığa bu hediyeyi sunmuştu. 1001. denemesinde amacına ulaşan mucit, kendisine yöneltilen başarısızlık suçlamalarına ''Başarısız olmadım; sadece icadıma varmayan 1000 ayrı yolu keşfettim'' cevabını vererek burada da yaratıcılığını konuşturmuştu.
Biz neler yapabilirizGünümüz iş dünyasında da yaratıcılıkla farklılığımızı ortaya koyabiliriz. Kişisel veya kurumsal hedefler belirleme ve disiplinli bir çalışmayla bu düşüncelerin sonuca dönüştürülmesi, bu alanda yaratıcılığın temellerini oluşturuyorlar. Bunları yaparken kişilerin, önlerine çıkan engelleri, kalıplaşmış düşünceleri, diğer insanların önyargılarını göz ardı etmeleri gerekiyor. Çünkü gelişen ve küreselleşen dünyada artık bir yerlere gelebilmek için farklı olmak, farklı olmak için de yaratıcılık kaçınılmaz bir gerçek
GİRİŞİMCİNİN YOL HARİTASI
Kendi işinizi kurmaya karar verdiniz. Cesaretiniz, özgüveniniz var ancak bir iş fikriniz yoksa sizin yaratıcılığa ihtiyacınız var demektir. İşte yeni iş kurarken yararlanabileceğiniz 5 yaratıcılık egzersizi...
İŞ KURARKEN YARARLANABİLECEĞİNİZ 5 YARATICILIK EGZERSİZİ
Bir iş kurmak istiyorsunuz ama neyin peşinden gideceğinizden tam olarak emin olamıyorsunuz. Tutkunuzun ne olduğunu bulabilmek için uygulayabileceğiniz beş yaratıcılık egzersizini aşağıda sıraladık
19. yy İngiltere başkanı Benjamin Disraeli bir defasında şöyle demişti: “İnsan sadece tutku ile harekete geçtiği zaman harikalar yaratabilir”
Bugünün en hevesli girişimcilerine göre, başarıyla bir iş kurma şansınızı arttırmanın en kestirme yolu, tutkunuzun ne olduğunu bulabilmek üzere içinizdeki yaratıcılık dünyasında gezinmektir. Nereden başlamak gerekir? İşte tutkunuzun ne olduğunu açığa çıkarmak için beş egzersiz:
1-Çocukluğunuzu gözden geçirin. O zamanlar ne yapmayı severdiniz?
Yaratıcılık uzmanı ve iş danışmanı Rob Levit “Yapmaktan en çok keyif aldığımız şeylerde ayrıca pratiğizdir de. Ancak büyüdükçe bu şeylerle aramızda inanılmaz bir şekilde kopuş oluyor.” Diyor.
Levit, çocukken yapmaktan zevk aldığımız şeylerin bir listesini yapmamızı öneriyor. Bu aktiviteden şu anda hoşlanır mıydınız? Örneğin, Amerika’nın en iyi mimarlarından Frank Lloyd Wright’ın çocukluğu tahta makaralarla oynamakla geçmiştir ve bugünkü mesleğinde bu derece iyi olmasının açıklaması belki de burada saklıdır.
Levit “Araştırmalar gösteriyor ki oyun oynayarak keşfedilecek çok şey var, erişkinler için bile” demiştir.
“Çocukluk döneminizde ilgi duyduğunuz olumlu aktiviteleri, yiyecekleri ve olayları gözden geçirin” Diyen Levit, kendinize şu soruları sormanızı öneriyor “Şu an hayatınızın içine adapte edebileceğiniz ve ekleyebileceğiniz şey nedir?” ve “Çocukluğunuzdaki bu deneyimler şu anki kariyer tercihlerinizi nasıl şekillendirebilir?”
2- “Yaratıcılık tablosu” yapın.
Yaratıcılık üzerine kitapları olan New York kökenli yazar Michael Michalko “Büyük boyutlu bir kağıt alın ve kağıdın merkezine şu sözcükleri yazın “yeni iş”. Ardından görseller, deyişler, makaleler, şiirler ve diğer ilham kaynağı olabilecek şeylerden bir kolaj yaratın.” der..
Michalko bunu yapmanızın faydasını şöyle açıklar: “Etrafınızı niyetinizle ilgili görsellerle donatırsanız-kim olmak istiyorsanız ya da ne yaratmak istiyorsanız-farkındalığınız ve tutkunuz büyüyecektir.”
Tablonuz geliştikçe, tablodaki odağınız netleşmeye, neyin eksik olduğunu anlaşılmaya ve boşlukları doldurabilecek hayal gücünüz devreye girmeye başlar; kendi vizyonunuzun farkına varırsınız.
3- Yerinde olmak istediğiniz kişilerin listesini yapın.
Tekerleği yeniden icad etmek zorunda değilsiniz. Hedeflediğiniz alanda o ana kadar başarılı olmuş kişilerle ilgili inceleme yapın.
Örneğin piyasada durgunluk yaşandığı dönemde, pek çok kişi emlak sektörüne girmekten kaçındı, çünkü bunu sektörün sonu gibi gördüler. Çoğu insan bu piyasadan kaçarken Levit tersine bunun piyasaya girmek için mükemmel bir zamanlama olacağını düşündü çünkü sektörün durumu ne olursa olsun, sektörün içinde başarılı insanlar her zaman vardır. Bu insanlar hakkında inceleme yapın ve onları geriden takip ve taklit eden diğerlerinin aksine onların nasıl ve niçin başarıyı sürdürebildiklerini analiz edin.
Levit “yaratıcı olmak istiyorsanız, özenli ve usulüne uygun bir plan yapın” diyor. “planın kendisi yaratıcı değildir; plan sizin için, pek çok imkanın/olasılığın kapısını açan bir süreçtir".
4-Planınız yokken de yapmayı sevdiğiniz şeyi yapmaya başlayın.
Girişimciler için yaşam koçluğu yapan Kanadalı yaratıcılık uzmanı Cath Duncan’a göre, pek çok insan, kapsamlı bir iş planı oluşturana kadar bekler, onlarla beraber o işe yatırım yapmak isteyen melek yatırımcılar da. Ve böylece fikirleri asla gün ışığına çıkmadan kalır.
Duncan’a göre paraya nasıl çevirebileceğinizi henüz bilemiyor olsanız bile zevk aldığınız şeyi yapmanız en iyisidir. Tutkulu olduğunuz bir alanda çalışmanın nasıl bir şey olacağını kendinizde test edin. O alandaki iş bağlantılarınızı oluşturun ve iş planınızı geliştirmenizi ve rötuşlamanızı sağlamak üzere bağlantıda olduğunuz bu kişilere görüşlerini sorun.
Bu iş açısından getireceğiniz yeniliğin değerini anlamanın yollarından biridir. Ayrıca bu yolla, işinizi resmi olarak kuracağınızda piyasaya girmenize yardımı olacak referans da edinmiş olursunuz.
5 –İş düşünmeye ara verin.
İş modunun dışına çıkarak içinizin rahat etmeyeceğini düşünebilirsiniz ancak Levit’e göre beyniniz, sürekli aynı düşünce üzerinde çalışmaya ara verme ihtiyacı duyabilir. Bu arayı; yazmak, resim yapmak, koşmak ve bahçe ile uğraşmak gibi başka alanlara yoğunlaşarak verebilirsiniz.
Başka şeylere yoğunlaşarak beyninizi dinlendirdikten sonra Levit tekrar işle ilgili çalışmalarınıza geri dönmenizi ve o anda aklınıza gelen tüm iş fikirlerinizi kağıda dökmenizi önermektedir.
Levit “Düşüncelerinizin ne kadar tazelendiğini fark edip şaşıracaksınız” der. “Doğa ve sanat gibi güzelliklere bakmak çoğu zaman dikkatimizden kaçan pek çok şeyle bağ kurabilmemizi sağlar. Bunları gözlemleyin, yazın ve daha da önemlisi işinizi geliştirmek için kullanın”
Çelişkileri kullanarak soru sorma:
Çelişkiler kullanılarak sıra dışı düşünmeye zorlama. Bunun için çelişkili durumların örnekleri verilerek işe başlanır. Bunlar görüşlere, durumlara, yaygın kavramlara zıt ilkeler olabilir. Fakat gerçekte doğru olan şeylerdir veya insanların doğru olarak farz ettiği şeyler arasındaki tutarsızlıklardır.
Misal; “Günün birinde yolumuz bir köye düştü. Ama bu köy öyle sanıldığı gibi bir köy değil. Herkesin kendine göre bir özelliği var. Ve bu insanlardan ikisi bizi köyün girişindeki köprünün başında bekliyor. Burada iki köprü var. Biri köye gidiyor diğeri ise gitmiyor. Ve adamlara soruyoruz:
Köye giden köprü hangisi?
1. Adam: Ben her zaman doğru söylerim. Bu köprü köye gider.
2. Adam: Ben her zaman yalan söylerim. Arkadaşımın gösterdiği köprü köye gider.
Acaba hangisi doğru?”
Nitelikleri kullanarak soru sorma:
Çevremizde var olan nesnelerin özelliklerini, listeleme tekniği kullanılarak ya da doğal özelliklerine dikkat çekilerek yapılan bir uygulamadır. Bu tarz sorular, kelimelerin ve nesnelerin zihinde nasıl anlamlandırıldığını görmek açısından önemlidir.
Bunu birçok eşyanın niteliklerini kullanarak yapabiliriz. Bir şeyi bir bütün olarak düşünmek yerine, bölümlere ayırarak ve parçalarıyla ilgili düşünerek, o şeyin doğal özelliklerini analiz etme yeteneğini geliştirir. Misal olarak bir sakız, çiğnemenin haricinde başka ne işe yarar? Lavaboyu tıkamak için, küpe yapmak için… “Bir silgiyi tarif etsen bu tarifte neler olurdu?” gibi.
Benzerlikleri kullanarak soru sorma:
Bu teknik, benzerliğin birçok halinde kullanılan analoji ile öğrencinin zaten bildiği şeyler ve terimlerdeki benzer durumlara bakarak, yeni bilgilere, gerçeklere ya da prensiplere dikkat çekmek amacıyla uygulanabilir. Tabiattaki benzer durumlardan yola çıkarak geliştirilen materyalleri, örnek olara gösterebiliriz. Mesela yarasalar arasında yayılan ses dalgalarından yola çıkarak, radar icat edilmiş, uçakların kargo kapıları, deniz kabuklarının açılmasına benzer
dizayn edilmiş, bezelye kabuğunun hassas bağlantı yerinin yapısı, bütün paketleme alanlarında kullanılmaktadır, şeklinde misaller verilerek daha farklı sorular sorulabilir. Vücudumuzdaki damarları neye benzetebiliriz? Ülkemizdeki yedi bölge size neyi hatırlatır?
Aykın soru sorma:
Öğrencilere insanın ne bildiğini anlatmak yerine, onlardan ne bilmediği hakkında düşünmelerini geliştirmek için sorular sorulabilir. Bu teknik öğrencilerin, bilginin bilinmeyen ya da eksik kısımlarına, boşluklara, farklara bakma becerisini geliştirir.
Misal: “Hangi kitaplar senin için zararlıdır?”
“Bir bilgisayarın vicdanı olabilir mi?”
“Suç işleme oranını mimarlık yoluyla nasıl azaltabilirsin?”
Uyarıcı soru sorma:
Bu usule yeni bilgi ve buluşları keşfetmek, yeni fikirlere pencere açmak için başvurulabilir. Bunun için gerçeklere dayalı tipteki sorular (Kaç? Ne? Kim? Ne kadar?) ve kavram derinliği gerektiren sorular (Sen olsaydın ne yapardın? Başka yollarla nasıl.? Eğer. olsaydı nasıl olurdu? Başka nasıl?) arasındaki farklara dikkat çekilerek yapılabilir. Çeviri, yorum, değerlendirme, tanım, sentez ve analiz gerektiren sorular bu grup soru çeşidini oluşturur.
Değiştirmeye dayalı soru sorma:
Bir maddenin temel bileşenlerinden bahsederek onlar üzerinde değişikliğe gitmelerini, ekleme ya da çıkarma yapmalarını isteyin. Değişikliğin öneminden bahsedin, birçok değiştirme örneğini kullanın. Bir şeylere uydurmaktan daha çok, bir şeyleri değiştirme becerisini öğretmeye çalışmak daha iyi netice verecektir. Mesela; Pet şişeyi nerelerde kullanabilirsiniz? Telefon telleri başka hangi amaçla kullanılabilir?
Araştırma kabiliyeti ile soru sorma:
Önceden keşfedilmiş ya da gerçekleşmiş hadiselerin nasıl olduğunu, oluş şeklini, kimlerin gerçekleştirdiğini daha iyi anlamak için yapılan sorulardır. Araştırmanın temel alanının yanı sıra, ilmî usul sürecini de öğretir.
Tarihî araştırma – Onu başka birisi nasıl yapmış ya da çözmüş. Fatih sultan Mehmet gemileri karadan nasıl indirmiş?
Tanımlayıcı araştırma – Deneme yanılma yoluyla araştırmanın yanı sıra, çeşitli yöntemleri açıklamak, kıyaslamak, karşılaştırmak gibi.
Fatih Sultan Mehmet’in yerinde sen olsaydın gemileri nasıl indirirdin?
Belirsizliklerle ilgili soru sorma:
Biliyoruz ki öğrenciler problem durumlarıyla karşılaştıkları zaman öğrenmeleri hızlanır.
Bunu gerçekleştirecek bir yol da, öğrenme sırasında engeller koymak ve arkasından da belirsizliklerle ilgili sorular sormaktır. Bunun için öğrenme durumunu belirli bir noktaya kadar getirmeli ve sonra yönlendirmeyle çözüme dair sorular sorulmalı; ancak cevaplar hep en can alıcı yerde bırakılmalıdır.
Mevcut durumları değerlendirme ile ilgili soru sorma:
Bunun için daima “Eğer … olursa ne olur? Ya böyle olsaydı? Şayet.” sorusu yöneltilir. Sonuç olarak gerçekleşebilecek şeyleri listelenir.
Bu öğrencilere yeni fırsatlar sağlar. İlk önce öğrencilere sebep ve sebebe götüren tesirler anlatılır. Onlarla bilgiden sonuca ulaşma
pratikleri yapılır. Arkasından mevcut durumları değerlendirmelerini sağlamak için, vakıalarla ilgili sorular yöneltilir. Gemiler karadan indirilmemiş olsaydı ne olurdu? Okullar iki gün olsa, tatil beş gün olsaydı ne olurdu?
Okuma becerisi ile ilgili soru sorma:
Öğrencilerden, okuma esnasında, özellikle okudukları şeyin ne olduğunu söylemekten daha çok, akıllarına gelen fikirlerden, daha fazla fikir belirtmeleri istenir. Ancak bu usulde “Bilgi alma işlemi olarak okuma” ile “Bir fikir oluşturmaya ve geliştirmeye yönlendiren okuma” arasındaki farka dikkat çekmek gerekir. Okuma, bir öğrenciye başka birilerinin fikirleri ve bilgileriyle ilgili bir şeyler öğretebilir, fakat aynı zamanda öğrenciyi yeni fikirlere yöneltebilir ve öğrencinin kendi bilgisini yenilemesini sağlayabilir. Okuma esnasında öğrenciye “Sen o kahramanın yerinde olsan ne yapardın? Kitapta geçen kahramanlardan hangisinin yerinde olmak isterdin. Niçin?” gibi sorular 1 onun okuma becerisini anlamanızı sağlar.
Dinleme bbecerisi ile ilgili soru sorma:
Öğrencilerinize her zaman konuşmaktan daha çok, dinlemenin önemini öğretin. Öğrencilere sesleri, konuşmaları dinletin, çevrenin sesine kulak vermesini sağlayarak duydukları şeyleri yazmalarını sağlayın. Dinledikleri sesler ile lgili sorular sorun, ses becerilerini kullanarak oyunlar oynatın. Örneğin çocukların gözlerini bağlayarak arkadaşının sesini takip etmesini sağlayın. Dinlerken hissettikleri şeylerle ilgili sorular sorun.
Yazma becerisi ile ilgili sorular sorma:
Şekiller, renkler, uyumlar, dokular, sesler ve kokulara dikkat çekin. Öğrencilere, birçok durumda yeni şeyleri kendi kendilerine drak etmelerini sağlayın ve drak ettiklerini gözlerinde canlandırmaları için sorular sorun. Bir eşyanın şeklini, rengini, uyumunu, sesini, kokusunu hissettirdikten sonra yazmalarını isteyin. Metinler üzerinde ekleme ya da çıkarma ile ilgili sorular sorun. “Siz olsaydınız bu şiiri nasıl tamamlardınız? Bu hikâyeyi sen yazsaydın kahramana hangi görevleri verirdin?” gibi sorularla çocuklarda yazma becerileri en üst düzeye çıkarılabilir.
Hulasa olarak, hayatın her döneminde dikkatli ve dinamik olmak, meseleleri sorgulayarak hayatı anlamaya çalışmak yapılanların maksadını anlamayı kolaylaştırır. Devam eden hadiselerin detaylarını, birbiriyle bağlantı ve farklarını görmeyi sağlar. Fark etmenin temel kaynağı da soru sormaktan geçer. Çocukluğumuzun lk yıllarından itibaren hiç bitmeyen soru sorma merakımızı devam ettirmek temennisiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder